bugün

entry'ler (132)

yazarların spotify çalma listeleri

anadolu rock, funk, disco karışımı çalma listem:
https://open.spotify.com/...si=3dU5cbIyRIWh7haqhtPpOA

güzel anadolumun sayko eserlerini çok seviyorum.

yabancı psychedelic çalma listem:
https://open.spotify.com/...si=wKBPOBnETa2saD9IIAgFrQ

en çok çamaşır katlarken dinlemeyi seviyorum.

yoğurtlu pilav vs ketçaplı pilav

çocukluğumda dışarda oyun oynarken bizimkilerin pilav yaptım gelin yoğurtla yiyin çağrısı akabinde bir hızla eve çıkmamız, sıcacık pilava hafif ekşimiş yoğurdu boca ettikten sonra nefessiz kaşıklamamız. zevki başka bir yerde yok. ketçabın ne olduğunu öğrendiğimde sakalım vardı benim. gerek yok böyle tatsız birlikteliklere.

the catcher in the rye

bu kitabın o kadar samimi ve içten bir anlatımı vardır ki, sanırsınız kitabın baş kahramanı karşınıza oturmuş, başından geçenleri sizlere sakin sakin anlatıyor, arada da eğilip çayından bir yudum alıyor. zevklidir okuması. içeriğinde de geçtiği gibi, okuyup bitirdikten sonra yazarın telefonunu bir yerlerden öğrenip muhabbet etmek istersiniz.

pro evolution soccer 2015

bilgisayara karşı oynanmaması gereken oyun. aksi takdirde şu durumlardan birini yaşamanız çok olası:

http://reactiongifs.me/wp...ffering-loading-video.gif
http://img-2.onedio.com/i...51df80dcf44864998f6ba.gif
http://img-2.onedio.com/i...5394f4fc452745c03351a.gif

biraz önce kaldırdım bilgisayarımdan. 3 farkla yenip gram zevk almadığım bir futbol oyununu bilgisayarımda tutmam lan ben. wigan athletic gibi siktiriboktan bir takım gelmiş karşımda %95 pas yüzdesiyle oynuyor amk. hassiktir ordan derler konami. yok öyle bir pas yüzdesi. hayır işin garip yanı, rakip vızır vızır top çevirirken benim paslarım kağnı arabası hızında gidiyor amına koyim ben bunu anlamıyorum. konami bu serisinde bilgisayara epey bir kıyak geçmiş belli.

bilgisayara karşı oynadığın takdirde, adam senin kalecinle karşı karşıya kalırsa yaptığı şey direk aşırtmayı yapıştırmak. ve ilginçtir bu vuruşun gol olma ihtimali %100. ulan aşırtma gol atmak o kadar kolay mı? 31'lik adam bile ronaldinho gibi aşırttırıyor şerefisizim. gerçekte mustafa sarp'tan hallice oynayan adam, kanattan yardırınca birden arjen robben'e evriliyor, hafif içe girecekken hepten tanrı moduna alıyor kendini. rakip kanattan geldiğinde yapacağınız tek şey kaderinize razı gelmek. alınmıyor ayaklarından top.

kaleciyle karşı karşıya sen kalırsan yapıştır plaseyi, istersen karınca hızında gitsin gene de gol oluyor. olmama şansı yok. orta sahadan gol atılıyor. falsosu iyi olan bir oyuncuyla santrayı kullanır kullanmaz abanıyorsunuz şut tuşuna, zbam diye giriyor kaleye. her zaman olmuyor tabi. %10 ihtimal felan. ama sonuçta oluyor mu, oluyor.

bir master league yapmışlar evlere şenlik. ulan 31 tane kupa kazanıyorum bir sezonda, bana verdikleri para 12 milyon euro. de orospu çocuğu, ben seneye takıma hürriyet güçer'i mi alıcam, mehmet battal'ı mı alıcam? verin adam gibi para biz de transferlerimizi yapalım.

30'unu geçen emekli oluyor amına kodum oyununda. yemin ediyorum billahi bir sezonda 6 oyuncum mu 7 oyuncum mu ne emekli oldu. lan olum 30 yaşında futbol mu bırakılır? arda'yı almıştım 32'de bıraktı.

bi become a legend açayım dedim o da bok. açtığım oyuncu 76'dan başladı amk aşsdkadşskddsf. ee kardeş bana ne kaldı? sen zaten fredrik ljunberg olarak çıkmışsın ben senin neyini geliştireyim? iki sene oynasam zaten 99'luksun.

böyle oyun olmaz olum. emeği geçen de herkesin amına koyim.

madrigal

sanırsam yeni bir grup. youtube'da amaçsızca dolaşırken karşıma çıkıverdiler. güzel şarkıları var.

https://www.youtube.com/watch?v=GRWusdwbqPc

eline a 101 kataloğu geçirmiş anne

hayatla olan tüm bağlantılarını koparmış, adeta kendini o kataloğun ellerine bırakmış annedir. anne dersiniz duymaz, dürtersiniz, hissetmez. bu arada yakın gözlüğü de gözündedir tabi.

anne oğul arasına giren en büyük engeldir a-101 kataloğu. vicdansızdır, merhametsizdir. hipnoz eder anneyi. alakazamdır o katalog. kadabradır.

+ anne ne zaman yemek yicez?
- deterjanda indirim varmış oğlum!!*

anneanne evinde bulunan çamaşır askılıklı soba

anneanne evinin olmazsa olmazı olan sobadır. o sobanın üstünde bir adet de güğüm fokurdar. bazen de üzerinde kestane felan pişirilir. anneanne ise pamuk yanaklarıyla oradan oraya koşturur durur.

sonra çay demlenir. gene o sobanın üzerinde tabi. soba kuzine ise içinde börek vs. ısıtılır. çayı içtikten sonra ise o sobanın dibine kıvrılıp kestirmek gibisi yoktur.

tüm bunlar, çocukluğa dair unutulmaz detaylar arasındaki yerini almıştır.

öğrenci döneri adıyla boş ekmek satmak

ilginç bir esnaf politikası. mesela normalde ekmek arası döner 1.5 lira ise, bunun öğrenci için olan fiyatı 1 lira olur ama ekmeğin içini açar bir bakarsın ki, arasında 2 parça ezik domatesle hafif kararmış bir maruldan başka bir şey yok. tam küfürlükler.

sesi insana huzur veren sanatçılar

(bkz: inci çayırlı)

sözlük yazarlarının itirafları

yeğenimi dambıl olarak kullanmaya başladım. hakikaten 2-3 günde kol kaslarım kendini toplar gibi oldu. işe yarıyor kerata. ama 15'ten sonra felan mızmızlanmaya başlıyor. o da hallolursa;

ne gerek var 500 600 milyon vermeye spor salonuna?

yolculara emir yağdıran minibüs şoförü

güvenpark'a girmek üzere olan kızılay dolmuşundaki şoför olması muhtemeldir.

+ çökün yere çökün yere...
+ çök abi çök korkma yerler temiz...
+ abla çöksene polis görecek şimdi...
+ hııaaamınaa... *

ajax

oluşturulan web sayfalarına böyle göze hoş gelen, janjanlı özellikler verilmek isteniyor, aynı zamanda bu özellikler kullanılırken sayfa da post back olmasın, kullanıcı işini hızlıca halletsin isteniyorsa hiç düşünmeden tercih edilebilir.

çocukluğa dair özlenen şeyler

akla geldikçe insanı hafiften hüzünlendiren detaylardır.

eskiden cep telefonu yoktu. dijital fotoğraf makineleri de yoktu. ve gel gelelim bilgisayar da yoktu. en azından bizde yoktu. çevirmeli fotoğraf makinemiz vardı ama. her bir anın değil de, sadece özel anların fotoğrafının çekildiği makinalar. ve bu yüzden bu makinaların kendisi de özeldi. biz bu makinalarda haftalarca fotoğraf çekerdik. yanlış hatırlamıyorsam 32 adet fotoğraf alıyordu içine. ama bu 32 fotoğrafın içinde neler olmazdı ki...

film dolduğunda babam makinayı fotoğrafçıya verirdi ve heyecanlı bekleyiş başlardı. günler sonra baban eve elinde yeşil fujifilm paketi ile geldiğinde ise tarifi güç bir mutluluk yaşardım. sadece ben değil, tüm ev halkı. o akşam yatana kadar herkesin elinde olurdu o fotoğraflar. hepi topu 32 fotoğraf saatlerce baktırırdı kendine...

belki tek bir öğretmen maaşı ile geçinmeye çalışan 5 kişilik bir aileydik, fakat babam bunu bize hiç hissettirmezdi. yazları şehir şehir gezdirir, bizi mutlu edebilecek hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmazdı. bazı geceler ise eve gelirken tabakta dondurma getirirdi. tabakta dediğim, böyle kül tablası kadar bir şey. muhtemelen en küçüğünden. biz o dondurma tabağımı görünce o kadar mutlu oluyorduk ki, hepimize en fazla 6-7 şeker kaşığı düşmesine rağmen bu umrumuzda olmuyordu. babam gelirken dondurma almıştı ve biz onu yiyorduk. bu muazzam derecede mutluluk verici bir hadiseydi benim için.

dondurmanın dibi kaldığında ise annem kaşığıyla herkesin eline vururdu. dondurmanın dibi "benimdi" çünkü. o dondurmayı kaşıkla ezip süt haline getirmek ve bir güzel mideye indirmek. işte bir çocuk için mutluluğun tavan yaptığı an...

dondurma getirdiği gibi, bazen de kola getirirdi babam. hem de en büyüğünden. o kolayı açmadan önce çalkalamak ise bizim evin adetiydi. neden böyle bir şey yapıyordu babam? kolanın yarısı ziyan oluyordu. üstelik tadı da kaçıyordu. ve bakıldığı zaman pek de mantıklı bir eylem değildi. neden? çünkü biz mutlu oluyorduk. gerisi teferruattı babam için. o kolanın gürültülü bir şekilde fıslaması ve ardından taşması bana inanılmaz bir mutluluk veriyordu.

babamın çalıştığı liseye giderdim bazen. biraz uzaktı. bu uzun yolu tek başına yürüyerek liseye varmak zaten başlı başına beni mutlu eden bir olaydı. okul kapısından içeri girip öğretmenler odasına koşardım. ve ilk gördüğüme sorardım soruyu:
+ babam nerde?
- kimmiş senin baban?
+ e... d... !
babamın ismini telaffuz ederken tüylerim diken diken olurdu. o anda abartısız söylüyorum, kendimi muzaffer bir romalı komutan gibi hissederdim.

yukarda da dediğim gibi, babam yazları bizi şehir şehir dolaştırırdı. ve ben o yaşlarda inanılmaz bir araba ve hız sevdalısıydım. sürekli babama daha hızlı sür, daha hızlı sür derdim. ta ki annem popomu çimdikleyene kadar.

gene bir gün asfalttayız. önümüzde kırmızı bir spor araba. benim o arabayı görür görmez gözüm ışımıştı tabi.
+ baba nolur geçelim bu arabayı hadi baba gaza bas baba, daha hızlı yaa..
babam beni kırmadı ve 93 model lada samaranın ibresi o gün ilk ve son kez 150'yi gördü. ama geçemedik. bu da işin dramatik boyutuydu. derken kırmızı araba birden yan yola saptı.
+ ne oldu baba, dedim.
- bizle baş edemeyeceğini anlayınca yolunu değiştirdi oğlum, dedi.
babamın bu kuyruklunun kuyruklusu ve bir o kadar da komik yalanını her düşündüğümde gülerim. o kadar da içten söylemişti ki...

güzel günlerdi vesselam.

gecenin şiiri

burada yağmur yağıyor, ama sen,
şemsiyeni almadan gel yine de...

özletiyor bu çılgın sağanak seni,
sırılsıklam özletiyor biliyor musun...

(bkz: özletiyor seni bu yağmurlar)

yazarların şu an dinlediği şarkılar

http://www.youtube.com/watch?v=VHsFzfzYFEM

büklüm büklüm - nebahat çehre.

pro evolution soccer 2013

bu oyundaki bazı oyuncular vardır ki, baştacıdır, prenstir, kısacası özeldir. overalli 75-80 civarı değişkenlik gösterir ama, ortaya koyduğu oyun, tabiri caizse ortalığın tozunu attırır. birkaçından bahsedeyim mesela:

luca cigarini: tam bir göbek oyuncusu. orta sahanın ortasına koy, arkana yaslan. öyle bir adam. pas dağıtımını kusursuz bir şekilde yapıyor ve özellikle havadan attığı paslar muazzam derecede güzel. aşık ediyor bilader o derece. insan havada süzülerek sağ açıktaki elemana doğru ilerleyen futbol topuna sevgilisine bakar gibi bakar mı hiç? bu adam baktırıyor işte. göbekte oynayacağı gibi, ön libero da oynar ama, aynı lezzeti vermez. genel derecesi ise 79.

david di michele: chievo'nun emektar forveti. 36 yaşında olması asla yanıltmamalı. top kontrolü ve dribbling yeteneği üst seviyede. rakip defans oyuncularını rahatlıkla ipe dizebilecek yetenekte. master lig'de ilk sene aldınız aldınız, alamadınız bir dahaki sene emekliye ayrılıyor. genel derecesi ise 75.

tomas rosicky: 2014'ün tırt çıktığını görünce, "2013'e bir yama atarım oluverir sana 2014" diyerek yamalamıştım. aynı anda arsenal'e de mesut efendi yerleşmişti. ama sorun bakalım sikimde mi? tabi ki değil. çünkü benim rosicky'm var. evet, benim bu oyundaki prensim budur arkadaş. şöyle diyeyim ki, rosicky'i forvet arkasına kondurduğum her maçta, kendimi muzaffer bir romalı komutan gibi hissediyorum. yahu şut yeteneği 70 olan bir insan evladı nasıl olur da her şutunda köşeyi bulabilir? bu adam buluyor işte bilader. rakip yarı sahada takımı istediği gibi yöneten bir maestro. üstadın genel derecesi ise 81.

tomas sivok: özelliklerine bakıldığında pek hoş bir manzara ile karşılaşılmıyor tabi. fakat bu adam saha içinde öyle değil emin olunuz. yahu topu bir alışı var ki insan gerçekten hayret ediyor. yumuşacık. tereyağından kıl çeker gibi derler ya, hah aynen öyle bir şey. ama tabi özellikle 2. seneden sonra fizik olarak düşmeye başlıyor ve zorunlu olarak yedek kulübesinin yolunu tutuyor. genel derecesi ise 77.

mehmet topal: bir kısmı beğenmiyor ama bence bu adam, özellikle orta sınıf takımlarda oldukça işe yarıyor. boyu uzun ve fiziği kuvvetli. dos mevkii dışında oynatılmaması ise tercihimdir. bir beşiktaşlı olarak, aldığım ilk oyunculardan olmuştur her zaman. oynattığım mevkiide, istediğim her türlü vazifeyi yapıyor, daha ne olsun? genel derecesi ise 78.

neyse, ben işsiz adamım. aklıma geldikçe gene doldururum buraları.

yaran anne baba diyalogları

ygs'ye ilk defa gireceğim sene idi. annemin benim ders çalışmam konusunda çok fazla bunalttığından yakınıyordum.

annem: şu sınavı bi kazan da elimi ayağımı öpecen!
ben: kazanamazsam nolacak?
annem: o zaman da ben seni öpecem!

halen hatırlayıp güleriz.

öğrenci evinde kaderine terk edilmiş ekmek parçası

biçare, zavallı, kimsesizlerin kimsesizi olan, başlıkta da dediğim gibi kendini tamamen kaderin kollarına bırakmış ekmek parçasıdır. kimi zaman koltuğun arkasında görürsünüz onu, kimi zaman kalorifer peteğinin üstünde...

kimisi onu eline alır küflü mü değil mi diye bakar, küflü ise geri yerine bırakır. küfsüz ise de geri yerine bırakır. kimisi onu sert bir zemine vurarak sertliğini test eder, çıkan sesi arkadaşına da söyler, beraberce gülüşürler...

kimi zaman da görürsünüz ki, o zavallı, o biricik ekmek parçası, yeşilden bir pardösü yapmış kendisine, kendi iç dünyasına kapanmış. bir de koku salıveriyor, hafif hafif, ağırdan ağırdan...

işte o zaman derin, içten bir "vay aq!" çekersiniz. anlarsınız ekmeğin başına gelenleri. anlarsınız amaa, vakit artık geç olmuştur. çıkmayacaktır o bir zamanlar fırından yeni çıkmış, üstünden buram buram dumanlar yükselen, arasına nutella sürüp yiyilesi ekmek parçası giydiği yeşil pardösüsünün içinden. onun yolu artık belediye çöplüğüne doğrudur. vakit çok geçtir artık...

(bkz: bu maceranın sonu)

yanlış telaffuz edilen kelimeler

(bkz: böğrek)

memlekette iken diyet yapmanın imkansızlığı

özellikle sınav döneminde, iyice evde yemek yapmanın bırakıldığı ve lahmacunların, hamburgerlerin, pizzaların içine yumulunduğu dönemde, öğrencinin aklında birden aslında çok boktan bir yemek yeme düzeni olduğu düşüncesi canlanır. haksız da değildir hani. zaten bir süre sonra, bünye de göbeği dışarı doğru iteleyerek tepkisini gösterir. neyse, bir yandan böylesi sağlıksız besinleri mideye indirirken, bir yandan da nasıl olsa yakında memlekete gideceği, orada istediği gibi diyet yapabileceği düşüncesi vardır aklında belki de öğrencinin. kendince haklıdır. fakat gelgelelim işler düşündüğü gibi gitmeyecektir.

daha 1-2 hafta öncesine kadar üniversite sınavlarına çalıştığım dönemlerde ben de bu kategoride idim. zaten nasıl olsa memlekete gidiyorum rahatlığı ile kesenin de ağzını bir hayli açmış, sürekli dışardan yemek söyler olmuştum. bir gün lahmacun, bir gün hamburger, bir gün pide vs. vs. sonra dedim ki, ulan allah beni islah etsin ben ne boktan bir insanım? ya da insan mıyım? bu şekilde kendimi sorgularken, bir ümit ışığı gördüm. memlekete gidiyordum lan. annem kesin pırasa, ıspanak felan yapar ben de bir tabak yer kalkarım diyordum. hayır şimdi düşünüyorum da, derken inanıyorduysam vay benim halime lan. sınavlar felan derken kafayı yakmışız haberimiz yok. ah ulan ah.

memlekete dönmemden bir gün evvel sevgili anneciğim telefon etti:

+ yavrum ne pişirim yarın sabah geldiğinde kahvaltıya sana?
- ehem anne şey zeytin peynir ehe ehe
+ kıymalı yumurta mı menemen mi yoksa köfte mi hangisi?
- ehüheh kıyma mı ney?

ulan seçeneklere bak. 1 senedir kahvaltı yapmamış adama yapılır mı lan bu? neyse efenim, bindim otobüse sabaha samsun'dayım. eve adımımı atmamla tabi o muazzam sofra kokusunun burnuma çarpması bir oldu. tabi diyet miyet o anda unutuldu haliyle. o değil bir de yedikçe yiyesi geliyor insanın. o kadar güzel ki. neyse 1 yıllık kahvaltı açlığımı yarım saatte giderdikten sonra uyumaya gittim tabi ki. kafamda ise o anda, "ulan diyet yapacaz diye geldik, yarım kilo kıymayı yutup uyumaya gidiyoruz işe bak" düşüncesi hakimdi.

ikindi 3 gibi uyanmışım. midemde bir şişlik bir şişlik. şöyle bir göbeğime baktım aynada durum felaket. yok bilader olmayacak bu böyle diye düşünürken içerden bir ses:

+ oğlum kalkmadın mı daha?
- şimdi kalktım anne geliyorum birazdan.
+ acıktın mı kuru fasulye var düdüklüde pişer birazdan.

ve benim devreler yanar. hacım dedim kendi kendime. sen bu diyet hikayesini en iyisi unut. yemene bak. ulan zaten senede 2-3 defa anca geliyorsun memleketine. onda da ye bilader daha nerde bulacaksın böyle muazzam bir yemek sofrasını? hayır bir de şöyle bir durum var, anne yüreğinin tarifi imkansızdır zaten, anlatmaya gerek yok. zaten benim dilim dönmez böyle müthiş bir kavramı anlatmaya. her neyse, annenin bir özelliği vardır, oğlunun ya da kızının hangi yemeği sevdiğini, hangi yemeği sevmediğini öğrendiği anda database'ine atar. ve bu bilgiyi 80'ine geldiğinde dahi unutmaz.

bugün dayım geldi, anneannem durmak bilmiyor. sürekli dayıma bir şeyler yedirme peşinde. o da mesela kara lahanayı çok sever. biraz önce anneannemlerdeydim, kadıncağız dur durak bilmemiş, bir tencere pancar çorbası, bir tencere de pancar pirinçlisi yapmış. pancar dediğim, bizim burada kara lahana için kullandığımız isim.

velhasıl kelam, siz siz olun böyle gerçekleşmeyecek boş vaatler vermeyin kendinize. memlekete gittiğinide yiyin yiyebildiğiniz kadar!